GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | “Bize ekmek yoksa, size huzur yok!” Yeni Mayıslara Hazırlanalım…

"Gelecek 1 Mayıs’ları kazanmak için şimdiki mayısları kazanmak, örneğin 18 Mayıs’ı yaygın ve militan bir şekilde ele almak önemlidir"

İşçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı geride bıraktığımız koşullarda, dünya kamuoyunun gündemini ağırlıklı olarak pandemi oluşturmaya devam ediyor.

7 Mayıs itibariyle dünyada toplam vaka sayısı 156 milyona ulaşmışken, 92 milyon 300 bin kişinin iyileştiği, 3 milyon 26 bin kişinin ise yaşamını yitirdiği bildiriliyor. Bu rakamların ezici çoğunluğunun işçi sınıfı ve çalışanlara ait olduğu, virüsün esas olarak yoksulları vurduğu bir sır değil.

Pandeminin işçi sınıfı ve ezilen dünya halklarını doğrudan etkilediği koşullarda, hakim sınıflar bir yandan pandemiyi işçi sınıfı ve emekçilerin haklarını gasbetmek, sömürüyü derinleştirmek için kullandıkları daha net olarak görülür oldu. Pandemiyle mücadele adı altında devreye konulan politikalar, beraberinde işçi sınıfı ve çalışanların haklarını arama, sokaklara çıkıp mücadele etmelerinin önüne bir engel olarak konuldu.

Geride bıraktığımız 1 Mayıs –birkaç istisna hariç– dünya çapında kitlelerin güçlü bir şekilde meydanları doldurmasının engellendiği bir gün oldu. Buna rağmen dünya çapında 1 Mayıs’ta alanlara çıkıldı. Örneğin Avrupa’da yerel sendikaların işbirlikçi tutumlarına rağmen özellikle Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’ndan göçmen örgütlerinden çalışma ve katkılarıyla, yaygın ve kitlesel miting ve yürüyüşler gerçekleştirildi.

Pandeminin emperyalist kapitalist sistemin çıkarları için kullanıldığı, salgının bir fırsat olarak görüldüğü ve dahası emperyalist kapitalist sistemin insanlık dışı bir sistem olduğu, salgına karşı çare olarak sunulan aşı tartışmalarında da net olarak ortaya çıkmış durumdadır.

Deyim yerindeyse kapitalistler arasında “aşı savaşı” yaşanmaktadır. Kısa sayılabilecek bir sürede bulunan ve piyasaya sürülen çeşitli aşıların daha yüksek miktarda üretilmesi için yapılan çağrılar “patent hakkı” gerekçesiyle reddedilmektedir. Covid-19 aşı verilerinin derlendiği “Ourworldindata.org” sitesine göre, 5 Mayıs tarihi itibariyle dünya genelinde yeni tip korona virüse karşı 1 milyar 160 milyondan dozdan fazla aşı uygulanmış durumdadır.

Dünya nüfusu dikkate alındığında bu rakamın oldukça düşük kaldığı açıktır. Ve yine aşının uygulandığı ülkeler dikkate alındığında aşılamanın esas olarak emperyalist kapitalist ülkelerde gerçekleştirildiği görülmektedir. Şu ana kadar yapılan aşılamanın esas olarak zenginlere yapıldığı, ezilen yoksul halkların bu imkandan yararlanamadığı bir sır değildir.

Aşı patenti üzerinde yaşanan bu tartışma beraberinde bilimin kapitalizmin elinde insanlık için değil aşırı kâr hırsı için kullanıldığına dair yüzlerce sayfa makaleden daha somut bir örnek sunmaktadır.

Örneğin Alman devleti, aşı patent haklarının kaldırılması önerisini geri çevirmiş durumdadır. BioNTech de patent hakkının kaldırılmasının küresel aşı tedariğinin artırılmasına pek yardımcı olmayacağını vurgulamakta, şirketin kurucu ortağı Özlem Türeci: “Aşı patentinin askıya alınması iyi bir fikir değil” diyebilmektedir. (6 Mayıs, Basın)

Virüs salgını sadece kitleleri öldürmekle yetinmiyor. Aynı zamanda salgın bahanesiyle hakim sınıfların uygulamaya koyduğu politikalar beraberinde kitlelerin daha fazla yoksullaşmasına, açlık ve sefalete itilmelerine neden oluyor. Örneğin dünya çapında virüs kaynaklı ölümlerin yüzde 30’unun yaşandığı Güney Amerika ülkelerinden Kolombiya’da yaşananlar bu açıdan çarpıcı bir örnek olarak verilebilir.

Kolombiya devleti, virüs salgını karşısında bırakalım yeterli önlem almayı, nüfusun çoğunluğunu yoksullaştıracak bir vergi reformu olan “Dayanışmanın Finansmanı Yasası” taslağını hazırladı. Yasayla birlikte Kolombiya devletinin alt ve orta sınıflar için gıda vergilerini artırmayı hedeflendiği açıklanmasına rağmen önerilen reformların sadece sıradan insanlara zarar vermekle kalmayıp ülkenin en zengin tekellerini daha da zenginleştirmeyi hedeflediği çok açıktır.

Kolombiya halkı, kendisine dayatılan bu açlık yoksulluk politikasına karşı “Bize ekmek yoksa, size huzur yok” diyerek sokaklara çıkmış, haftalardır protestolarını sürdürmektedir. Devlet de halkın bu tepkisine “bilinen” bir yanıt vermiştir. Halktan onlarca kişi katledilmiş, yüzlerce kişi ise tutuklanmıştır. Kolombiya da yaşananlar gelecekte dünya çapında yaşanacakların kısa bir fragmanı olarak görülmelidir.

Mesele sadece virüs salgını ve hakim sınıfların uygulamaya koyduğu politikalar değildir. Önümüzdeki süreç, dünya çapında iklim krizinden açlık isyanlarına kadar bir dizi gelişmeye neden olacaktır. Salgın öncesinde dünyada yaklaşık 50 ülkede yaşanan kitle isyanları ve protestolar, salgın önlemleri gerekçesiyle bastırılmış olmasına rağmen dipten gelen dalga daha şiddetli olacaktır.

Nitekim Avrupa Birliği (AB) ve Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 2016 yılında kurulan Küresel Gıda Kriziyle Mücadele Ağı, 2020 yılında yaklaşık 20 milyon kişinin silahlı çatışmalar, korona pandemisi ve olağanüstü hava koşulları nedeniyle gıda krizi yaşadığını duyurmuş durumdadır. Küresel Gıda Kriziyle Mücadele Ağı, 2017 yılından bu yana gıda güvensizliğinin de arttığını kaydetmektedir.
“2021 Küresel Gıda Krizi” başlıklı rapora göre çatışma, Covid-19 bağlantılı ekonomik şoklar ve aşırı hava olayları sebebiyle milyonlarca insan daha akut gıda güvensizliğine sürüklenmiş durumdadır.

Akut gıda güvensizliği yaşayan insan sayısındaki artış eğiliminin endişe verici boyutta ve sert bir uyarı niteliğinde olduğu belirtilen raporda: “2020 yılında 55 ülke/bölgede en az 155 milyon insan kriz ya da daha kötü seviyelerde akut gıda güvensizliği yaşamaktadır. Bir önceki yıla göre bu durumdaki insan sayısı 20 milyon civarında artmıştır” denilmektedir. (5 Mayıs)

Bunun anlamı önümüzdeki süreçte dünya çapında virüs salgınınında etkisiyle milyonlarca insanın ve yüzlerce ülkenin açlık ve yoksulluk tehlikesiyle karşı karşıya olmasıdır. Önümüzdeki süreç tıpkı Kolombiya halkının isyanında olduğu gibi yeni isyan ve kitle hareketlerinin yaşanacağı bir süreç olacaktır.

TC Halk Düşmanlığını Sürdürüyor!

Virüs salgını dünya çapında etkisini sürdürür ve bu durumu hakim sınıflar kendi çıkarları için kullanırken, coğrafyamızda da benzer bir durum söz konusudur. Ancak her şeyleriyle emperyalist kapitalist sisteme bağlı Türk hakim sınıfları ve onların sözcüleri, salgını kendileri açısından avantaja dönüştürmek isterken beraberinde -kendi çapsızlıklarının ve sıkışmışlıklarının ürünü olarak- salgının daha da boyutlanmasına neden olmuşlardır.

“Lebaleb” kongrelerden, kalabalık cemaat namazlarına, aşı tedariğinin sağlanamamasından, işçi ve emekçilerin tam kapanma döneminde çalıştırılmasına kadar bir dizi uygulamada coğrafyamıza “özgü” politikalar hayata geçirilmiş durumdadır. Bu politikalar, virüsün etkisini daha da artırmış durumdadır. Nitekim Avrupa ülkeleri bu nedenle Türkiye’den dönenlere karantina zorunluluğu getirdi.

Salgının boyutlarına dair açıklanan rakamlar da gerçeği yansıtmamaktadır. Gerçek rakamlar “ulusal çıkar” adına maniple edilmektedir. Bu anlamıyla açıklanan rakamların doğru olmadığı, birkaç katıyla çarpılması gerektiği kimi sağlık örgütleri ve muhalif bilim insanları tarafından dile getirilmektedir.

Üstelik Türkiye salgın döneminde halkına en az destek veren 3. ülke durumundadır. IMF raporuna göre Türkiye, ülkelerin milli gelirine oranla halkına en az destek veren ülkeler grubunda yer alıyor. Türkiye’nin, Meksika ve Arnavutluk’la halkına en az destek veren 3 ülkeden biri olduğu ifade edilmektedir. (27 Nisan, basın)

Faşizmin halkın değil, kendi yandaşlarının çıkarını düşündüğü, salgın sürecinde yaşanan pek çok pratikte ortaya çıkmıştır. Salgın başlangıcında halka maske dağıtamayanlar, destek adı altında kendi yandaşlarına teşvik, halka ise İBAN numarası verenler, tam kapanma deyip halkı çalışmaya zorlayanların yolsuzlukları bir bir ortaya çıkmaktadır. Eski Ticaret Bakanı’nın kendi şirketinden kendi bakanlığına yüksek fiyatla dezenfektan sattığı açığa çıkmıştır. Sadece bu da değil! Aşı tedariğinde de yolsuzluk ve kayırma sürdürülmektedir.

Çin’den alınan aşılarda, aracı şirket olmadığının açıklanmasına rağmen aracı bir şirket kullanıldığı ve dahası aşıların ön ödemesinin devlet tarafından karşılandığı ve bahsi geçen şirketin yüksek bir vurgun yaptığı açığa çıktı. İktidarın yandaşlarını kayıran benzer vurgun girişimi BioNTech aşısının aracı bir firma olmadan Türkiye’ye satılmasının engellenmesinde de yaşanmıştır.

Aşının Türkiye’ye aracı firma olmadan gönderilmesinin iktidar tarafından kabul edilmediği açığa çıkmıştır. Kısacası iktidar kendi yandaş şirketlerinin çıkarları için halkın sağlığını tehlikeye atmaya devam etmektedir.

Aslında sistemin kendi vatandaşına nasıl yaklaştığı Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun Almanya’daki açıklamasında görülmektedir: “Turizm sezonuna güvenli bir şekilde girebilmek ve vatandaşlarımızın güvenliği için bazı tedbirler aldık, turistin görebileceği herkesi Mayıs sonuna kadar aşılayacağız”… (6 Mayıs) Faşizm dışarıdan gelecek dövize o kadar muhtaç durumdadır ki, bu türden açıklamalar yapabilmektedir. Bu açıklamalar egemenlerin kendi vatandaşına verdiği değeri göstermesinin yanında, faşizmin “yerli ve milli”liğinin emperyalizme uşaklık olduğunu fazlasıyla göstermektedir.

Yaşananlar faşizmin salgının da etkisiyle derin bir ekonomik kriz içinde bulunduğunu göstermesinin yanında her fırsatta faturayı işçi sınıfı ve emekçi halka çıkarmaya çalıştığını göstermektedir. İşçi sınıfı ve halkın yaşamak zorunda bırakıldığı koşullar, bizzat rejimin sahipleri tarafından da dile getirilmekte ve önlem alınması çağrısı yapılmaktadır. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski, işsizlik rakamlarında artışın hızla devam ettiği ve geniş tanımlı işsizliğin yüzde 28’e kadar yükseldiği zor bir süreçten geçildiğini belirterek “İşsizlik ve hayat pahalılığı, sadece bugünümüzü değil, geleceğimizi de tehdit eder durumdadır. Bu alanlarda çok ciddi adımlara ve ilerlemeye ihtiyacımız var” açıklamasını yaptı. (27 Nisan)

Elbette bu açıklamanın anlamı, hakim sınıfların kendi geleceklerini güvence altına alabilmeleri için işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırılarını daha da artıracağıdır.

İşsizliğin giderek arttığı, enflasyon rakamlarının rejimin resmi kurumlarınca bile çift haneli olarak gizlenemediği, açlığın ve yoksulluğun daha da derinleştiği, ekonomik krizin insanları intihara sürüklediği koşullarda hakim sınıfların “kendi geleceklerini güvenceye alabilmesi”nin yolu, kendi sınıf çıkarlarını öncelemekten, bu doğrultuda politikalar belirlemekten geçer. İşçiye, LGBTİ+ya, kadına, Kürde saldırıdan geçer. Nitekim yapılan tam da budur.

Bir yandan işçi sınıfına yönelik işten atma saldırıları sürerken, temel ihtiyaç maddelerine yönelik zamlar emekçi halkın hayat pahalılığı içinde yaşamını zar zor sürdürmesine neden olmakta, her gün kadınlar katledilmeye devam edilmektedir. Son olarak İkizdere’de olduğu gibi doğaya yönelik talan saldırısı sürdürülmektedir.

Ekonomik kriz, işsizlik, yoksulluk ve açlık her zamanki gibi Kürdistan’a sefer ile gizlenmeye, şovenizm ve ırkçılık köpürtülmeye çalışılmaktadır. Ne var ki bizzat Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın açıklamalarından da anlaşılacağı üzere, o cephede de “işler yolunda gitmemek”tedir. H. Akar: “Dağlar, yamaçlar, inmesi binmesi çok zor. Helikopterler yere teker koyamıyor. … Çeşitli ve ileri teknoloji muhabere sistemleri var. Bunlara bu malzemeleri kimler verdi? Maalesef dost bildiğimiz bazı ülkeler PKK’ya füze verdi” açıklamasında bulunabilmektedir. (3 Mayıs, Basın)

Açıklama anlaşılacağı üzere dünyanın 8, NATO’nun 2. büyük ordusunun değil de saldırıya ve haksızlığa maruz kalmış, teknik malzemesi ve silahları yetersiz bir gücün serzenişini barındırdığı için anlamlıdır. Ve bir o kadar da çaresizliğin, sıkışmışlığın ürünüdür. Nitekim TSK gerilla karşısında zorlandığı için Ankara, Irak ve Federe Kürdistan Yönetimi’nden destek istemiş, Peşmerge Bakanlığı ve Irak Ortak Operasyonlar Komutanlığı’nın gerçekleştirdiği toplantının ardından TSK’nin sıkıştığı Metîna bölgesine takviye gönderilmiştir. Yine bölgede DAİŞ artığı çetelerin konumlandırıldığı ileriye sürülmektedir.

Her açıdan sıkışan sistem, seçim meydanlarında lanetlediği Mısır yönetimiyle ilişki geliştirmeye ve desteklediği İhvancıları satmaya hazırlanmaktadır. Faşizmin kendi içindeki sıkışmışlık hali ve dalaş beraberinde çete artığı kişiliklerin konuşmasına ve pisliklerin ortaya saçılmasına neden olmaktadır. Alında bu çete artıklarının ifade ettikleri özellikle devrimciler açısından bilinmeyen şeyler değildir.

Bir önceki politik gündem değerlendirmemizde Türk devletinin en önemli gelir kaynaklarından birinin uyuşturucu ticareti olduğuna işaret etmiş ve bu gerçeğin tüm dünya tarafından bilindiğini vurgulamıştık. Bu ticaretin halen sürdürülmekte olduğu, Kolombiya’da yakalanan ve teslim adresi Mersin Limanı olan uyuşturucu ticaretinden anlaşılabilir. Faşist devlet devrimcilere ve Kürt hareketine karşı yürüttüğü savaşı, bu türden gelirle finanse etmekte, bir yandan da kendi yandaşlarını beslemektedir.

1 Mayıs’ta Birleşik Mücadele Ruhu!

Devrimci hareket salgınla birlikte son derece ağırlaşan koşullara, faşizmin saldırganlığına ve özellikle 1 Mayıs yasağına, sokakta karşı durmuştur. Denilebilir ki devrimciler 1 Mayıs’ı politik olarak kazanmış, önemli bir motivasyon yakalamışlardır. Bu anlamıyla özellikle Birleşik Mücadele Güçleri ve Birleşik Gençlik Meclisleri önemli bir sınav vermiş, sözünü söylemiş, 1 Mayıs yasağını tanımamış ve sokağa çıkmıştır.

Ancak ifade etmek gerekir ki; kuruluşuyla birlikte önemli bir etki yaratan birleşik mücadele pratiği henüz yolun başındadır. 1 Mayıs pratiğimizin de gösterdiği üzere özellikle işçi sınıfının ve kitlelerin örgütlenmesi meselesinde yol alınması gerekir.

1 Mayıs’ın politik kazanımının altının doldurulması, özellikle 1 Mayıs sırasında fabrikalarda, işyerlerinde işçi sınıfının çalıştırılmaya devam ettirildiği unutulmamalıdır. İşçi sınıfı, salgın gibi kendi canına yönelen bir konuda dahi iş bırakmamakta, ölümüne çalıştırılmaya devam etmektedir.

İşçi sınıfının 1 Mayıs gibi bir günde dahi greve çıkmaması, fabrika ya da atölye önlerinde kitlesel ve güçlü açıklamalar yapmaması, devrimcilerin eksikliğine işaret ettiği kadar görevlerini de hatırlatmaktadır. Ölüm oruçları gibi son derece siyasal bir talep için iş bırakan deri işçilerinin pratiğinden gelinen aşamada icazetli ve temsili 1 Mayıs kutlamasına uzanan çizgide başta DİSK olmak üzere sendikaları eleştirmek önemli olmakla birlikte esas olan devrimcilerin kendi yetmezlik ve yetersizliklerinin üzerine gitmektir.

1 Mayıs’ın kazanımları ve olumluluklarının yanında en önemli eksikliğimiz budur. Önümüzdeki süreçte bu eksikliğimizin üzerine gitmek, çeşitli illerde pratik örgütlenme adımları atan Birleşik Mücadele Güçleri’nin bu hedefe kitlenmesini sağlamak öncelikli hedefimiz olmalıdır.

Gelecek 1 Mayıs’ları kazanmak için şimdiki mayısları kazanmak, örneğin 18 Mayıs’ı yaygın ve militan bir şekilde ele almak önemlidir. Birleşik Mücadele güçleri her pratiğinin üzerine ekleyerek ilerlemeli, olumluluklarının yanında eksiklik ve yetmezliklerine de dikkat ederek özeleştirel bir tutum almalıdır.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu